Yayınlar

İslam Siyaset Düşüncesinde Beden-Şehir İlişkisi

Yazar: Korkut Demir

İLEM’e bağlı olarak yürütülen İslam Siyaset Düşüncesi Projesi (İSD) kapsamında 2023 yılında gerçekleştirilmesi planlanan etkinliklerin ilki 17 Ocak 2023 Salı günü Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof. Dr. Raşit Küçük Konferans Salonunda gerçekleşti. Bu yılın ilk etkinliği olarak düzenlenen konferans İslam Siyaset Düşüncesi Projesi bağlamında yapılan ikinci konferans olup İslam Siyaset Düşüncesinde Beden-Şehir İlişkisi başlığı altında Doç. Dr. İbrahim Halil Üçer moderatörlüğünde Prof. Dr. Ömer Türker’in konuşmacı olarak katılmasıyla yapıldı. Klasik dönem siyaset kitaplarında şehir, insan bedenine benzetilerek bedenin organları arasında bir uyum ve ahenk olduğu gibi şehrin organları arasında da bir uyum ve ahenk olması gerektiği söylenir. Konsferansta söz konusu benzetmenin toplumsal varlıktaki uzantısı tartışılmıştır. Zira klasik dönemde sadece beden ve şehir arasında değil, insan ve âlem arasında da bir paralellik kurularak insanın bedeni ve ruhuyla bir bütün olarak âlemin izdüşümü olduğunu söylenir. Konferansta, beden-şehir benzetmesinin vurguları esas itibariyle üç kavramda açıklanmıştır: İşlev, yönetim ve denge. Her üç kavram da benzetmenin taraflarının bu kavramlar açısından tasrihiyle anlamlı hale gelir. Buna göre bedendeki her organın bir işlevi vardır ve organ kendi işlevini yerine getirdiğinde bedendeki bulunuşunun hakkını vermiş yani diğer organlarının oluşturduğu işlevsel bütünlüğün sürekliliğine katkı sağlamış olur.

Konferans saat 18.00’de Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Köroğlu’nun açılış konuşması ile başladı. İslam Siyaset Düşüncesi Projesi kapsamında yapılan ve yapılması planlanan çalışmalardan bahseden Köroğlu konferansın mahiyeti hakkında kısa bir konuşma yaptıktan sonra sözü konferansın moderatörlüğünü yürüten Doç. Dr. İbrahim Halil Üçer’e bıraktı. Konferansta şehrin beden üzerinden konuşulacağı bilgisini veren Üçer bu benzetmenin Kadim Helenistik ve İslam mütefekkirleri tarafından da yapıldığını söyledi. İnsan vücudunda bulunan uzuvların şehirde neye karşılık geleceği farklı şekillerde değerlendirilmiştir. Kadim devirde yapılan bu benzetme kendisine modern devirde mekanikçi felsefenin anlayışında da yer bulmuştur. İnsan bedeninin bir makine olarak tasavvur edildiği bu görüşte şehirlerin de mekanik bir şekilde kurulduğunu görmekteyiz. Bu bağlamda şehir ve beden metaforunun uzun bir geçmişe sahip olduğunu söylemek mümkündür. Konferansın bu metafora yeni bir katkı yapılacağını belirterek konuşmasını bitiren Üçer sunumu için sözü Prof. Dr. Ömer Türker’e bıraktı.

Şehir ve beden benzetmesinin klasik siyaset metinlerinde ve ahlak kitaplarının siyasetten bahsettiği kısımlarda sıklıkla kullanıldığını belirten Türker bu benzetmenin klasik düşünce geleneğinde bulunan daha büyük bir benzetmenin devamı olduğunu söyledi. Bu benzetme insan küçük alem, alemde büyük insan şeklindeki benzetmedir. Bu açıdan bakıldığı zaman benzetmenin büyük bir kısmı metafizik bir benzetmedir. İnsan alem arasındaki metafizik benzetmenin yanında ise daha küçük bir kısım olarak siyasi, içtimai ve fiziki bir benzetme olaraksa karşımıza şehir-beden benzetmesi çıkmaktadır.

Şehir ve beden benzetmesi belirli bir mekan içerisindeki temekkülü değil bir devleti ifade etmektedir. Bu devlet eskilerin Mülûkü't Tavaif (ملوك الطوائف ) ismini verdiği küçük devletler şeklinde veya büyük, çok uluslu devletler şeklinde de olabilir. Burada benzetmenin maksadı devletin yapısından bağımsız bir şekilde devlete atıf yapmaktır. Öyle ki bu benzetme çok küçük ölçekli bir siyasi hakimiyet alanı olmakla birlikte Antik Yunan Şehir Devletleri için de geçerlidir.

Burada klasik metinlerde kullanılan kelimelerin imaları olduğunu belirten Türker Arapça şehir kelimesinin karşılığının “Medine (مدينة )” olduğunu ve bu kelimenin aslında kanuna vurgu yaptığını söyledi. Keza Batı dillerinde bulunan “Civitas” kelimesi de aynı şekilde şehri ifade ettiği gibi kanunlara vurgu yapmaktadır. Bu kelimeler bir yerde kuralların hakim olduğunu insanların kurallara uymaları gerektiğini ifade etmektedir. Bu anlamda şehir (medine – civitas) hem bir özgürlük alanı hem de bir sınırlanma alanını ifade eder. İnsanlar tabi ve mecburi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bir araya gelirler ama bu bir araya gelme sırasında birilerinin bir başkasının malını göz dikmemesi için çeşitli sınırlandırmalara tabi tutulur. Özgürleşmek için bir arada bulunan insanlar bir arada bulunmak için özgürlüklerinden vazgeçerler. Bu durum devletin esasını belirler keza bütün devlet türleri özgürlükler veya düzene verdiği ehemmiyete göre şekillenir. Bireyin özgürlüklerine mi yoksa kanun ve düzen tarafına mı önem verildiğine göre devlet türleri şekillenir.

Medine kelimesi devleti ifade etmek için kullanılırken kelime olarak “devlet ( الدولة )”  daha farklı bir manaya gelmektedir. Arapça dolaşmak-değişmek anlamlarına gelen devlet kelimesi akıcılığı ifade eder. Medine ve kanunun yavaşlığına ve donukluğuna karşı devlete gerek kelime gerekse üstlendiği vazife bakımından bir temekkül atfedebiliriz. Şehir ve beden meselesine nereden bakıldığına göre imalar değişir. Yeri geldiği zaman değişmeyi yeri geldiği zamansa sabit kuralları karşımıza çıkartan bu benzetme aslında sabitlik içerisinde değişmeyi ortaya çıkarmaktadır. Bu değişkenlik 3 kavramda özetlenebilir. Birincisi bedenin işlevleri ile devletin benzerlikleri arasındaki benzerlik. İkincisi bedenin yönetimi ile devlette bulunan yönetim arasındaki benzerlik. Üçüncü olaraksa bedendeki denge ile devletteki denge arasında bir benzetme kurabiliriz. Esas itibariyle bu benzetme işlevler üzerinden yapılmaktadır. Nasıl bedende bulunan uzuvlar bir bütünün parçası olarak işlevlerini yaptıkları zaman bir anlam ifade ediyorsa devlette bulunan organlar da böyledir.

Kalp ciğerden farklı ve bağımsız bir organdır. Buna karşın daha büyük bir yapının içerisinde beraber işlevlerini gösteriyorlar. Modern devirde bunu ifade edebilmek için sistem kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Organlar işlevlerini bütün içerisindeki yerine göre kazanırlar. Bütün içerisinde bir anlam ifade etmediği müddetçe organ işlevsizdir. Buna karşın bütüne bağlı olan diğer organlardan farklı olarak işlevlerini yerine getirmektedirler. Bu bakımdan her bir organda meydana gelebilecek aksama bütünün aksamasına sebebiyet verecektir. Meydana gelebilecek aksaklık bütünün o organın gerçekleştirdiği işlerden mahrum kalmasına sebebiyet verecektir. Organın beden içerisinde bulunduğu konuma göre bu aksaklık zaman zaman öldürücü olabiliyorken zaman zaman telafi edilebilir yahut eksikliğine rağmen bedenin hayatını idame etmesine bir mani teşkil etmemektedir. Bazı organlar çok daha esas bir işleve sahiptir. Bu açıdan devletin siyasi bütünlüğü tıpkı beden gibidir. Devleti meydana getiren çeşitli organlar (siyasi kurumlar) maddi olarak tezahürlerini görebileceğimiz ve aklen idrak edebileceğimiz yapılar olarak manevi bir birliktelik sayesinde devlet denilen yapıyı oluşturmaktadırlar. İdarenin gerçekleşebilmek için işlevlerin gerçekleşmesi şarttır. Organların muhafaza edilmesi ve işlevlerini devam ettirilmesi devletin devamı için esastır.

Bu benzetmede kendisine çok fazla yer bulamayan ama Aristoteles, Farabi ve İbni Sina metinlerinde bahsedilen ruh ve beden münasebeti bağlamında şehir ve beden benzetmesinde de karşılabileceğimiz bir detay mevcuttur. Bu metinlere göre insan vücudunu meydana getiren organların işlevlerini yerine getirmelerini sağlayan ve varlıklarından kaynaklı olan arzuları vardır. Bu arzu Farabi metinlerinde “nüzu” şeklinde kendisine yer bulmaktadır. Her bir organa sirayet etmiş bir nüzu bulunmaktadır. Biz kalbin, elin, gözün veya diğer organların işlevlerini yapmaları için herhangi bir ekstra çaba göstermeyiz. El el olması sebebiyle el olma işlevini yerine getirmektedir. Ayrı bir iradeye ihtiyaç duymamaktadır. Kadim metinlerden ortaya çıkarılabilecek bir diğer netice ise bu organların tabiatlarınca yapabildikleri işleri yaparken haz alıyor olmalarıdır. El tutmaktan, göz görmekten ve ağız tat almaktan haz alır. Her bir organ için bu durum böyledir. Bazen bu arzu insanların aklı ile ortadan kaldırılabilir. Anoreksiya isimli hastalıkta insanlar ne kadar zayıf olursa olsunlar kendi yediği yemeklere karşı geliştirdikleri bir obsesiyon yüzünden yemeğe karşı iştahını (arzusunu) kaybetmektedirler. Bu da bize aklın organların kendi işlevlerini yerine getirmelerine dair duydukları arzuları yitirtebilecek kuvvette olduğunu göstermektedirler. Bütün bunların neticesinde şunu söyleyebiliriz, her organın kendiliğinden bir arzusu mevcuttur ve bu arzu organın bir işlevi yerine getirmesini sağlamaktadır. Bu işlevi yerine getirmek organ için tabi bir hazdır. Bütün bu haz ve arzulara rağmen akıl zaman zaman bu işlevi ortadan kaldırabilmektedir.

Devletin organları da kendi işlevlerini yerine getirme açısından tabi bir arzuya sahiptirler. Devleti oluşturan bütün organlar işlevlerini yerine getirebildikleri takdirde hem maddi kazanca hem de manevi hazza  sahip olabilirler.  Devletin idame ettirilmesi manevi bir şeydir. Bedende bulunan organların hazları birbirine bağlıdır. İnsan gözüyle gördüğünden haz alabilmesi için bedende bulunan bütünlüğün görme hazzına mani olacak bir engele sahip olmaması gerekmektedir. Bedende bulunan bir aksaklık diğer organların işlevlerini engellememeli eğer engel çok büyük olursa sağlıklı olan organda haz alamaz. Devlette bulunan organlar da böyledir. Devletin bir kurumu herhangi bir işlevini yerine getirmek için diğer kurumlar ile ortak hareket etmek mecburiyetindedirler. Mutlak bir bağımsızlık fikri olamaz. Devleti oluşturan organlar arasında mutlak bağımsızlık devletin çözülmesi anlamına gelmektedir. Nasıl nefes borusu işini yapmazsa akciğer çalışamazsa siyaset kademesi eğer işlevini yerine getiremezse ordu işlevini yerine getiremez.

Burada bahsedilmesi gereken bir diğer önemli mesele ise bir yerde şevk ve arzu varsa orada ilmin olduğudur. Bir şeye arzu duymak için mutlaka o şeyle alakalı ilme sahip olmayı gerektirir çünkü insanlar hakkında en ufak bir fikirleri olmadığı şeylere dair arzu hissedemezler. Sahip olduğumuz ilmin mevzubahis olan nesneyi zihnimizde tasavvur edilebilecek ve arzu duyabilecek seviyede olması gerekmektedir. Eğer böyle olmazsa arzu meydana gelemez. Bundan dolayı arzuyu ve şevki gördüğümüz yerde o şeyle alakalı olan ilmi aramamız gerekmektedir. Devlet için de durum böyledir. Kurumların ve cemiyeti meydana getiren sınıfların tamamı kendi içerisinde bir ilme sahiptir. Ordunun, çiftçilerin, zanaatkarların kendilerine mahsus bir ilimleri vardır bu bir başka sınıf tarafından ikame edilemez. Çiftçilerin ilmini esnaf temsil edemez çünkü bu ilim aslında sınıfların ve kurumların mahrem alanıdır. Eskiler bu sınıf ve mahrem alana dayanarak denge kavramını türettiler. Her bir sınıf bir ilme sahiptir ve bu ilim arzular ile şevki meydana getiren esas unsurdur. İlimler olmadan sınıflar işlev kazanamazlar. Bu yüzden bir sınıfı diğer bir sınıfın üstüne tamamen hakim kılarak onu işlevsiz ve onun ilmini anlamsız hale getirecek yapı devleti çökertecektir. Bu çöküşü engellemek için sınıf dengesi tabirinin üretildiğini söyleyen Türker kadim metinlere göre yöneticilerin bir sınıfı diğer bir sınıfa hakim kılmaması gerektiğinin vurgulandığını belirtti. Her sınıf işleviyle alakalı bir hakimiyet alanı ortaya koyabilmektedir. Sınıfların hakimiyeti ise mahrem alan ve bu mahrem alanda bulunan sınıf ilminin ortaya koyduğu işlevler ile şekil alır.

Sınıfların mahrem alanı ve bütün içerisinde yer tuttukları işlevler göz önünde bulundurulduğu zaman bir başka mefhum daha ortaya çıkmaktadır. Bu  “yönetim (idare)” mefhumudur. Türker’e göre şehir beden benzetmesinin bu denli kuvvetli olması yönetim mefhumu ile alakalıdır. Bedene bakıldığı zaman organların yapılarının ilgi çekici olduğunu belirten Türker organların bir açıdan adem-i merkeziyetçi bir açıdan da merkeziyetçi olduğunu söyledi. Organlardan her biri vazgeçilemez bir işlevi yerine getirmektedir. İşlevi yerine getirme konusunda her bir organın kendine ait bir merkezi bulunmaktadır. Bu merkez olmazsa organ işlevini yerine getiremez. Bu organların adem-i merkeziyetçi tarafıdır. Merkeziyetçi taraf ise  organların kendi işlevlerini sağlamalarında herhangi bir problem olmasa bile bedenin merkezinde meydana gelebilecek bir aksaklığın onları işlevsiz kılıyor olmasıdır. Kadim devirde bedenin merkezinin neresi olduğu üzerine tartışılmıştır. Kimilerine göre merkez beyindir. Kimilerine göreyse merkez kalptir. Yönetici organın ne olduğu önemli olmaksızın insan fiillerinin bir bütün halinde düzenli ve tutarlı bir şekilde meydana gelmesi bize bir yönetici organ olduğunu göstermektedir. Şayet bütün bedeni birleştiren bir yönetici organ olmasaydı insan uzuvlarının yaptığı her fiil o uzvun kendi fiili olarak görülür ve ortada bir şahıstan bahsetmek mümkün olmazdı. Fiili meydana getiren uzuvların farklı olması bir başka uzvun bundan etkilenmesine mani değildir. Bir kişi dokunduğu ile duyduğu şeyin aynı olduğunu bilir. Oysaki dokunma fiilini gerçekleştiren el duyma fiili gerçekleştirense kulaktır. Bu açıdan bakıldığı zaman vücutta bulunan kuvvetleri birleştiren bir güç mevcuttur. Şayet bu güç olmasaydı biz idraklerimizin tek bir idrak olduğunu da fark edemezdik. Organlar arasında bulunan bu uyum tam bir merkeziyetçilik ile mümkün olur. Burada kesinlikle adem-i merkeziyetçi bir hal meydana gelemez.

Devlet nazariyesinde bakıldığı zaman devleti oluşturan kuvvetler işlevlerini adem-i merkeziyetçi bir şekilde meydana getirseler bile farklı kuvvetlerin yaptığı işlerin bir devlete ait olabilmesi ve diğer kuvvetler tarafından da benimsenip kabul edilebilmesi için  bütün sınıf ve kuvvetlerin tek bir merkezden yönetilebiliyor olması gerekmektedir. Bir kuvvet olarak yönetimin de mahrem alanı budur. Tıpkı diğer sınıfların mahrem alanlarının paylaşılmadığı gibi yönetimin de mahrem alanı paylaşılamaz. Eğer yönetimde sıkıntılar ve aksaklıklar varsa o devlette çatışmalar vardır. Bu çatışmalar bize bir siyasi gücün henüz devlet olabilme şartlarını kazanamadığını yahut kazanmış bir devletin yavaş yavaş bu şartları kaybettiğini göstermektedir. Yönetimin işlevi birbirinden bağımsız gözüken bir bütüne dönüştürmektir.

Yönetimin bu işlevini yerine getirebilmesi için işleyişi mümkün kılan ilimlere sahip olması gerekmektedir. Devlette bulunan her bir sınıf bir ilmi temsil etmektedir. Devlet nezdinde ilmi yalnızca alimler değil çeşit çeşit sınıflar temsil etmektedir. İlmin teori harici uygulamalı bir kısmı vardır ve bu kısmı zümreler fiilleri ile meydana getirmektedirler. Sınıfların ilmi yönetici sınıf tarafından ikame edilebilir değildir. Hatta yönetici sınıf idare ettiği sınıfların sahip olduğu ilme sahip değildir. Klasik dönemde bulunan metinlerde siyasetin merkezinde bulunan  filozof (alim) peygamber (kral) külli bir akla sahiptir. Metinlerde karşımıza her şeyi bilen figürler olarak çıkan bu ideal liderler aslında sınıfların yetkinliklerini idare etme ilmine sahip kişilerdir. Sınıfların hangi erdemlerle yetkinleşebileceğini bilirler. Klasik dönem filozofları bile filozof peygamberin sınıfların kendilerine ait olan ilme sahip olduğunu söylemezler. Filozof peygamber çiftçilerin işini yapmayacağını gibi onların mahrem alanlarını bilmediği gibi bilmek zorunda da değildir. Yönetici sınıfların mahrem alanlarını koruyabildiği ölçüde yönetimde başarılıdır. Yönetimin merkezi olması sınıfların işlevlerinin bir merkezde toplanması sayesinde olur. Sınıfların mahrem alanlarını ve ilimleri yönetime terk etmesi yönetimin merkezi olmasını değil aksaklıklar yaşamasına sebebiyet verir.

Sınıflar ve yönetim arasında bulunan bu denge karar mekanizmalarını da etkiler. Eğer bir yönetim tahakküm ettiği sınıfların mahrem alanına müdahale etmeye kalkışırsa merkezin işleyişini zarara uğratır eğer müdahale çok şiddetli olursa merkezi yok edebilir. Diktatörlük olarak anılan yönetimlerde bu durum sıklıkla meydana gelmektedir. Aslında bu durum yönetmeyi bilmemenin bir diğer adıdır. Yapılan işin muhtevası yönetimin keyfiyetine bağlanamaz çünkü o sınıflara aittir. Eğer sınıflar yönetimin mahrem alanına müdahale ederse bu devletin zayıflamasına sınıfların güç ve keyfiyet kazanmasına sebebiyet verir. Sınıfların yönetimin mahrem alanına müdahalesi çok şiddetli olursa bu da devletin yok olmasına sebebiyet verir.

Yönetimin iki kademesi vardır. Bu kademelerden birincisi ilimleri temsil edip onu işleyişe döken sınıfların kendisidir. Bu ilmi nesilden nesile aktarmak sınıfların yükümlülüğündedir. İlmin işlenerek üretime dönüştürülmesi cemiyette bulunan maslahatlara katkı sağlanması ile neticelenir. Böylelikle her sınıf hem umumi menfaate katkı sağlar hem de ondan istifade eder. Bir sınıfın umumi menfaatten istifade edebileceği pay oranı o cemiyete sağladığı maslahat ile belirlenir. Eğer bir sınıf meydana koyduğu katkıdan daha fazla yahut daha az ölçüde payeye sahip oluyorsa bu o devlette adam kayırma olduğunu gösterir. Paye yalnızca unvan olarak görülmemelidir. Umuma-kamuya ait olan alandan elde edilen bütün kazançlar buna dahildir. Burada sınıfların az veya çok olacak düzeyde hak ettikleri payeye sahip olmamaları yönetimin takdir konusunda sefalete varacak düzeyde bir zafiyeti veya bir adam kayırma düzeni olduğunu gösterir. Katkı arttığı sürece payenin artması ideal olan olduğu gibi katkı oranına göre sınıfların sorumluluklarının da artması tabiîdir.  Sorumluluğun ifası sınıfların devlet nezdinde sahip oldukları katkıya göre değişir. Eğer bir sınıfın katkısı azalırsa ona verilen sorumluluk da azalır. “Katkı-Paye-Sorumluluk” arasında bir mütekabiliyet kurmak gerekmektedir.

Siyasi ve içtimai alanlarda meydana gelen büyük değişimler ve devrimlere bakıldığı zaman zümreler arasında münasebetleri değiştirdiği görmekteyiz. Bütün büyük değer değişimlerinde sınıfların da değişimine yol açmıştır. Bir devletin değerlerinin değişmesi de buna benzer neticeler doğurur. Bu değişimler neticesinde sınıfların sahip oldukları ilimlerde, sorumluluk alanlarında, umuma ait menfaatlerden alınan paylarda değişiklik olur. Bu üç değişiklik cemiyette bulunan sınıf hiyerarşisinin değişmesine yol açar. İslam’ın gelmesinden sonra Bilâl-i Habeşî’nin müezzinlerin piri olması bu değişikliğe güzel bir örnektir. Şayet İslam olmasaydı onun konumu orada işkence gören siyahi bir köle olarak kalacaktı. İslam ile birlikte cemiyetin değer algısı değişerek Allah’a yakınlık önemli bir kıstas haline gelmiş ve bu sayede cahiliye toplumundan farklı bir sınıf hiyerarşisi oluşmuştur. Keza buna benzer bir örnek Osmanlı’da medrese kurumunun değişiminde de yaşanmıştır. İlk devirlerde medreseliler devletin en üst makamlarına kadar gelebilen insanlarken yeni okulların açılmasıyla birlikte sarıklı mollalar haline geldi ve bu gidişat en sonunda medreseli olmanın bir hakaret algısı haline geldiği döneme kadar uzandı. Meydana gelen bu değişimler eskiden önemli olan şeyleri önemsiz ve bilinmeyen yahut önemsiz görülen şeyleriyse önemli hale getirebilir.

Bütün bunlar bağlamında yönetimin ikinci kademesi devlet açısından bakıldığında yapılacak olan organ ve sınıfların konumlarının isabetli bir şekilde takdir edilmesi kademesidir. Bu her ne kadar önemi sürekli vurgulanan ve yapılması lazım olan bir iş olarak görülse bile yapılması oldukça zordur. Devletin hangi sınıfı hangi konuma yerleştireceği değişim dönemleri haricinde de zor olan bir iştir. Ehliyet takdirini gerektiren bu işin zorluğunu belirten Türker bu işin yapılabilmesi için tavizsiz bir ısrarın olmasını gerektiğini çünkü bu takdirin zayıflığının yönetimin zafiyetini gösteren unsurlardan biri olduğunu söyledi.

Bu bağlamda devlet yönetiminin vazifeleri ise ilk olarak ilimlerin varlığının muhafazası ve geliştirilmesidir. Bulunduğu devrin ilimlerini takip etmeyen devlet yok olmaya mahkumdur. İkinci olaraksa üretim aşamalarının yönetilmesidir. Üretim aşamalarını yönetmenin iki boyutu vardır. İlki zümrelerle alakalı olan boyutudur. Zümreler kendi işlerini yaparak üretimi bir kısmının yönetilmesini sağlarlar. İkincisi ise devletle irtibatla olan kısmıdır. Bu da yönetici elitlerin zümreler arasında olan üretimi denetlemesi ve güncel şartlara uyumlu hale getirmeleridir. Bir devlet güncel şartlara ayak uyduramazsa yok olur buna karşın eğer güncel şartları belirlerse hakim medeniyet haline gelir. İşte devlet kavramının en güçlü olduğu hal budur. Şartların ne olduğuna karar verebilme ve normları belirleme işlerini yapabilen bir iktidar mekansız bir temekküle ulaşır. Bu bir devletin ulaşabileceği en üst kademedir. Bu aşamaya ulaşamayan devletler için mekan söz konusudur. Devlet kendi sınırları arasında hakimiyetini devam ettirir. Bu hakimiyetin devamı içinse güncel şartlara ayak uydurmaya çalışır. Mekanlı bir temekküle sahiptir. Devletin norm koyabildiği noktada artık yönetim hacimsiz bir kudrete ulaşır. Bu kudretin en önemli ayağı ise devletin ikna gücünün son noktaya ulaşmasıdır. Yaptırım gücünden daha farklı olarak ikna gücü mekansızlaşarak devletin fiziki sınırlarının ötesine ulaşır. Devlet ile alakalı olarak düşünebileceğimiz her şey organ ve sınıflar için de geçerlidir. Her sınıf kendi alanında en iyisini yapmakla yükümlüdür. Eleştirel düşünceyi doğuracak yegane unsur da sınıfların bu sorumluluklarını kabul etmeleridir. Eleştiri memnuniyetsizlik veya beğenmemezlikten kaynaklanmaz. Eleştirinin belirli ölçüleri vardır ve bu ölçüler bağlamında sınıflar başarılı yahut başarısız sıfatına layık olurlar.

Sevk etme ameliyesi olarak adlandırılan yönetim fiili farklı organ ve sınıfları belli bir alana yönlendirme ve onlar arasında formel bir birliktelik kurma işidir ve bu iş iktidarın mahrem alanıdır. Burası müdahaleye açıksa devlet tam olarak teşekkül etmemiş demektir. Nasıl beden bütün organların bulunduğu bütüncül bir yapıysa aynı şekilde devlette de çeşitli organların bütüncül olmalıdır. Devlet fiilleri ve varlığı ile aşikardır ve bu aşikarlık ilim ile görünürlülüğünü sağlar. Devlet her daim kudretini insanlara göstermez buna karşın insanlar devletin kudretinden haberdardırlar. Devletin kudreti ve ilmi kendisinin mahrem alanını oluşturur. Eğer devletin kudretini ve ilmine dair her şeyi bilirsek o devlet ortadan kalkmış demektir. Bir devleti yalnızca devlet ortadan kalktıktan sonra tamamen öğrenme fırsatımız olur. Bir şey yıkıldığı zaman tıpkı bir cenazenin yıkanması gibi bütün bedensel mahremiyetini yitirir.

Devlet ile sınıflar arasında beyin ve organlar arasında olduğu gibi bir uyum olması gerekmektedir. Yöneten ve yönetilenleri birbirine bağlayacak bir ahenk olmazsa ortaya siyasi uyumsuzluk çıkar. Bu uyumsuzluk değerler bağlamında meydana geliyorsa devletin devamını imkansız kılar. Değer uyumsuzluğunun olduğu devletlerde değer kaybı meydana gelir ve bu değer kaybı üretimde, eğitimde ve çeşitli alanlarda zaafiyetler meydana getirir. Bu durumun orduya tesir etmesi onun korunaklı yapısından ötürü daha zor olmakla birlikte orada da meydana gelebilir. Değer siyasi dönüşümleri deneyim eden insanlar tarafından zihin ile kavranabilir. Bir ölçü ile sınıflandırılamayacak olan değerler söz ve fiillerle ortaya çıkar. Değer fiziği aşkın bir şeydir. İnsan olmak bu değer kavramını kabul etmeyi mecbur eder. Bir insan ne kadar metafiziğe karşı olursa olsun değerlere sahiptir. Keza her insanın olduğu gibi her devletin de bir değeri vardır ve bu değer gerek insanların fiillerinin esasını gerekse devletin rejiminin maksadını oluşturur.

Devletin sahip olduğu külli değerden kopuşların tamamı ana bünyeden yani külli zihinden sapmayı ifade eder. Sapmalar parçalı olduğu sürece müsamaha edilebilir. Bu parçalı sapmalar cemiyetin kendi içerisinde halledilebilir ama eğer sapmalar çok fazla büyürse siyasi nizamın varlığını sıkıntıya sokabilir. Eğer külli değerden sapmalar çok fazla artarsa siyasi buhranlar  meydana gelir. Klasik dönemden modern döneme geçerken Batı dünyası haricinde yaşanan kriz esasında budur. Bu krizler devlet ölçeğinde olduğu gibi sınıflar bağlamında da meydana gelir. Teknolojik gelişmeler bir takım mesleklerin varlığını sürdüremeyip demode olmasına sebebiyet vermiştir. Bütün bu siyasi buhranların yaşandığı devirde devletin görevi yaşanan dönüşümü yakından takip edip umumun ilmini kullanarak dönüşümünü mümkün kılmaktır. İbn Haldun’a göre devletler çoğu zaman  bu işi yapmada başarısız olmuşlardır.

Prof. Dr. Ömer Türker’in sunumu sonrasında müzakere başladı. Türker kendisine sorulan “yönetimin mahrem alanının öğrenilmesinin devleti zafiyete uğratacağı görüşünü sınıfların yönetime dahil olarak karar hakkına sahip olduğu demokratik sistemler bağlamında nasıl değerlendirebilirsiniz?” sorusuna demokrasilerde sınıfların yöneticinin gelişiminde söz sahibi vardır fakat bu söz hakkı yönetimde yoktur şeklinde cevap verdi. Meydana gelen referandumlarda bile halkın seçiminin yönetimin kendi isteği ile yaptığı bilgilendirme neticesinde olduğunu belirten Türker demokrasinin iki boyutu olduğunu bu boyutların ilkinin toplumunun kabul ettiği ana değer ve maksatlar etrafında başarı yahut başarısızlık kriterleri bağlamında yönetici sınıfı seçmesi  olduğunu söyledi. Demokrasinin ikinci boyutu ise bir yaşam tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönetilenle yönetici arasında bulunan ilişkileri düzenleyen bir unsurdur. Yoksa yöneticinin sahip olduğu mahrem bilgi demokrasilerde de halka açık olmadığını belirten Türker devletin tamamen şeffaf olamayacağını devletin orduya, istihbarata ve bürokrasiye sahip olduğunu vurgulayarak demokratik sistemlerin de bu klasik dönem sistemleri gibi olduğunu demokratik sistemlerde yönetim hakkında mutlak bir bilgimiz olmadığını yalnızca yöneticilerin iyi yönetebileceğine dair iyimserliğe sahip olduğumuzu söyledi. Müzakere sonrasında konferans sona erdi.